9 Şubat 2013 Cumartesi

YABANCI


KÜNYE

Orijinal Adı : L'Etranger
Yazar : Albert Camus

Orijinal Dili : Fransızca
Çevirmen : Samih Tiryakioğlu
Yayınevi : Can Yayınları











“Fakat herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyendir.” 

1942 yılında yayımlanmış ve hepi topu 110 sayfalık muhteviyatına rağmen okuyucu karşısına çıktığı günden bu yana hakkında onlarca sayfa yazı yazdırıp binlerce eleştiriye maruz kalmış, 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri, Yabancı… Haliyle anlatması da özetlenmesi de oldukça güç bir kitap.

Baştan söyleyeyim, bu defa -diğer yazılardan farklı olarak- kitabın hem gelişme kısmına hem de sonuna dair bilgi içerecek bu yazı, çünkü aksi durumda bu kitap için söylenecek her şey yarım, eksik ve ağırlığına yakışmayacak derecede yüzeysel kalacaktır. Böyle olmasına da benim içim el vermez, o yüzden henüz kitabı okumayan ve sonu hakkında bilgi sahibi olmak istemeyen varsa kendilerine şu noktadan sonra okumayı bırakmalarını salık veririm. -Gerçi Can Yayınları kapağın arkasındaki tanıtım yazısında kitaba dair spoiler’ın alasını veriyor ama olsun gene de, ben uyarımı yapayım.-

Yabancı, 1957 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Cezayirli yazar Albert Camus’nün en bilinen eserlerinden biri. Temelde eser, adından da anlaşılabileceği gibi, toplumun kabul ettiği doğrulara ve yaşamaya mecbur bıraktığı hayata uymayı reddeden güçlü bir karakterin, 1 yıl gibi kısa bir süre içinde başından geçen -ve sonu inanılması oldukça güç bir noktaya varan- olaylar silsilesini ele alıyor, ve bunlar üzerinden hem toplumsal hem de felsefik çıkarımlar yapıyor.

Kitabın konusuna kısaca değinmek gerekirse, ana karakterimiz Cezayirli “Yabancı” Mösyö Meursault, hayattaki hiçbir konuda herhangi bir hırs sahibi olmayan, dahası yaşamın içerisindeki neredeyse her şeyi anlamsız ve uğraşmaya değmeyecek derecede boş gören, boşvermiş, “fark etmezci” bir karakter. Ve dahi bu boşvermişlik içerisinde kiminle evleneceğini umursamamaktan tutun da normal bir insanın kabul etmeyeceği şeyleri sorgusuz sualsiz yapmaya kadar varan uç davranışlar sergileyen, kısacası her konuda topluma oldukça “yabancı” bir porte aslında. Hikaye ilerledikçe, kahramanımız bu fark etmezci yapısıyla hiç tahmin edilmeyecek –ve dahi sebebi “normal” insanlar tarafından bir türlü temellendirilemeyecek- bir cinayete karışıyor, ve bu noktadan sonra romanda ciddi bir kırılma gerçekleşiyor.

“O zaman, hareketsiz vücuda dört el ateş ettim, kurşunlar birbiri peşi sıra bu vücuda gömüldü. Felaketin kapısına vurduğum dört sert darbeydi sanki bunlar.” – syf. 58

Aylak Adam, YKY
Aslını isterseniz kitabın yabancılaşmaya verdiği asıl vurgu cinayetten önce, yani kitabın ilk kısmında, “daha yoğun" bir şekilde ele alınıyor. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum” diye başlayan kitapta, bütün bir pazar gününü pencerenin karşısına attığı iskemlede oturup sokaktan geçip giden insanları izleyerek ve tahmin edilebileceği gibi “diğerleri” hakkında inanılmaz bir gözlem yaparak geçiren Mösyö Meursault, annesinin ölümüne verdiği bu deterministik tepkilerle aslında daha ilk sayfadan yabancılığını okuyucuya hissettiriyor. İlk kısımda yer alan, kadın satıcısı olduğunu herkesin bildiği bir adamla hiç düşünmeden arkadaşlık yapmaya başlaması, onun metresini dövmesine karşı gösterdiği kayıtsızlık ya da köpeğine işkence eden komşusuna dair herhangi bir şey hissetmemesi gibi öğeler bu vurdumduymazlığın en güzel örnekleri. Bu kısım bana okurken hep Yusuf Atılgan’ın unutulmaz eseri Aylak Adam’ı çağrıştırdı desem yalan olmaz; öyle ki Aylak Adam’ın o meşhur “sinemadan çıkmış insan” tanımlamasının neredeyse aynısını Camus de yapıyor:

“Hemen aynı anda mahallenin sinemaları sokağa bir seyirci kalabalığı boşaltıverdi. Seyirciler arasında delikanlılar her zamankinden daha bıçkın tavırlar sergiliyorlardı, bir macera filmi seyrettiklerini anladım.” – syf. 28

Yalnız, bu noktada şu yanlış anlaşılmayı önlemek lazım: Mösyö Meursault Aylak Adam C’nin anarşizm damarı alınmış hali gibi. Evet, ikisi de topluma yabancılaşmış karakterler ama Bay C. bu durumu topluma başkaldırı ve kısmi anarşizm ile dışa vururken, Yabancı Mösyö Meursault işin içinden boşvermişçi tavrıyla sıyrılıyor. Kitap boyunca Aylak Adam’ın aksine otoriteye bir karşı çıkış ya da isyan hali göremiyorsunuz; Yabancı, Aylak Adam’a göre çok daha naif, çok daha umursamaz… ama onun gibi “yabanın biri”.

Gelelim, kitabın cinayetten sonra Yabancı’nın yargılanışını ve sonunda idama mahkum edilişini anlatan ikinci kısmına. İlk kısımda anlatılan bireyin yaşadığı toplumsal buhranların yanı sıra bu bölümde Yabancı için sanki hayattaki tek önemli şey olan “ölüm” kavramının daha ağır bastığını gözlemliyoruz. Cinayet suçundan hapishaneye girince dahi bu duruma güçlü tepkiler vermeyen ve kolayca bu yeni duruma “alışan” Meursault, ancak idama mahkum edildiğini öğrenince ilk kez ciddi bir tepki veriyor.

Bu iki kısmı bir arada düşününce aslında açıkça şunu görüyorsunuz; ilk kısımdaki annesinin ölümü Yabancı üzerinde neredeyse hiçbir tesirde bulunmazken, ikinci kısımdaki kendi ölümü fikri Mösyö Meursault’u o boşvermişçi yapısından çıkarabiliyor. Yani, yazarın vurgulamaya çalıştığı şey; yaşamın içinde ne olduğu veya ne yaşandığı değil, yaşamın kendisinin önemli olduğu. Ki zaten bu yüzden Albert Camus 20. yüzyılın en önemli varoluşçu yazarlarından biri olarak görülüyor.

Burayı daha iyi anlamak için belki de kendisi de bir filozof olan Albert Camus'nün hayatı algılayış tarzına bakmak gerekiyor. Yazara göre "bu hayatta ya varsınız ya da yoksunuzdur, yaşamın kendisi absürttür ve içinde anlam aramak saçmadır ama bunla baş etmenin tek yolu yaşıyor olma halinin devam edişidir". Yazar, kitapta okuyucuya bu fikri vermeye çalışırken ise araç olarak, haliyle, sık sık ölüm temasını kullanıyor ve bu yüzden kitabı bir insanın hayatta başına gelebilecek en can yakıcı olaylardan "annenin ölümü" ile başlatıp karakterin "kendi ölümü" ile bitiriyor. Ve gene aynı sebepten, Yabancı annesinin ölümünden tutun da kimlerle arkadaş olduğuna kadar hayattaki hiçbir şeye önem vermeyip ilgi göstermeyen bir adamken idam kararını duyduktan sonra yaşıyor olmaya devam etmek için çırpınıyor.

“Asıl önemli olan bir kaçma imkanı, değişmez ve şaşmaz bir gidişatın dışına atlayış, umudun bütün şanslarını taşıyan delice bir koşuştu.” – syf. 99

Bu kısımda, ilk kısmın aksine, giyotinle idama mahkum olmuş bu “sefil” karakteri okurken Aylak Adam’dan çok aklım Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkumunun Son Günü eserine gitmedi değil. Bilemiyorum konuların inanılmaz benzer olmasından mı ama varoluşçu buhranlar, hapishanede geçen gergin saatler derken bir an Victor Hugo’yu hatırladım. Bu açıdan bakınca denilebilir ki, Mösyö Meursault, Aylak Adam’la başlayıp, kitabın sonlarına doğru Hugo’nun isimsiz idam mahkumuna doğru evrilen ara bir karakter aslında.

Ek olarak, kitabın dili de üzerinde durulmaya değer noktalardan bir tanesi. Anlatım, çoğunluğu 5-6 kelimelik, “bugün buraya gittim”, “bana bunu dedi”, “sonra kalktık sinemaya gittik” gibi tek satırlık cümlelerden ibaret… Dolayısıyla, Yabancı, okunması kolay bir kitap. Bana kalırsa bu anlatım tarzı Mösyö Meursault gibi bir ana karakterin ağzından anlatılan bir roman için biçilmiş kaftan; çünkü okudukça “Sıcak güneş yüzümü yakarken, alnımdan akan ter damlalarının gözyaşlarıma karıştığını fark ettiğim o an…” gibi bir cümlenin Yabancı gibi pek çok şeyi boşvermiş bir adam için fazla süslü olacağını fark ediyorsunuz. Camus gerçekten olay örgüsünden anlatımına kadar her şeyiyle çok ince ince düşünülmüş bir kitap çıkarmış ortaya.

Yazı çok uzuyor farkındayım ama söylemeden geçemeyeceğim birkaç şey daha var; mesela ana karakterimizin cinayeti işleyiş sebebi olarak güneşi göstermesi, ve dahi kitap boyunca havanın devamlı aşırı güneşli, bunaltıcı bir yapıda olmasına tekrar tekrar vurgu yapması gibi… Camus, güneşi muhtemelen aydınlıkla simgeleyip; karanlık-aydınlık kavramına dikkat çekmek istiyor, ve bunu gayet iyi başarıyor. Keza dava esnasında jürinin Yabancı’ya inanmaması için de cinayet namına ortaya sürülen ve “bizlere” absürt gelen bir sebebin olması lazım. Bu açıdan gene güneş, iyi kullanılmış bir argüman. Ek olarak, kitabın sonlarında yer alan dava sahnesi gerçekten çok başarılı. Savcının -aslında Meursault’a göre hiçbir anlamı olmayan-  birbirinden tamamen farklı olayları “normal” insanlara göre yorumlayıp cinayete giden yolun çakıl taşları gibi bir sıraya dizmesi ve Yabancı’yı bir cani gibi görüp idamını istemesi… toplumun Yabancı’yı nasıl “anlamadığına” dair çok simgesel bir anlatım. Tabii bir de bu kadar farklı olayları böyle bir mantıksal sıraya dizebilmesi Camus'nün dehasının kanıtı.

“Yani, bu davanın benim dışımda görülür gibi bir hali vardı. Her şey ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim, bana fikir sorulmadan belirleniyordu.” – syf. 90

Son bir şey; kitabın başlarında huzurevinin kapı görevlisinin diğer sakinlere göre çok basit bir görevi de olsa onlardan kendini üstün görmesi de yabana atılmayacak bir ayrıntı idi. 2-3 cümleyle de olsa “diğerlerine” göre toplumdaki en ufak bir kademe artışının insan psikolojisi üzerindeki yansımalarına da değinmeden geçememiş Camus.

Albert Camus
 Artık kurguyu bir yana bırakıp kitabın yapısal özelliklerden devam edersek, çeviri açısından, Fransızca bilmediğimden, çok bir şey söyleyemeyeceğim. Ama kitapta birkaç yerde kelime hatası gördüğümü de belirtmeden geçemeyeceğim.

Bu kitap için pek çok farklı kapak tasarımı var -39. basıma ulaştığından!-, bendeki hali yukarıda resmini gördünüz edisyonu idi ve diğer herkese bakan tek bir göz bence güzel düşünülmüş bir tasarımdı.

Son olarak, Fransız edebiyatının önemli temsilcilerinden Nobelli yazar Albert Camus’ya kısaca bakacak olursak, kendisi -kahramanımız gibi- Cezayir’de doğmuş ve 25 yaşına kadar orada kalmış bir filozof aslında. Ardından Paris’e gitmiş ve kitap çıkarmadan önce çeşitli dergilerde editör olarak görev almış, bir yandan da Cezayir Üniversitesindeki Felsefe eğitimine devam etmiş. Maalesef 1960 yılında, 47 yaşındayken bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş.

Aslında bu kitap hakkında daha söylenebilecek çok şey var ama bir yerde kesmek lazım sanırım; o yüzden özetle, Yabancı, 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri olarak anılmanın hakkını veren, ne söylense-ne kadar anlatılsa da anlatmaya yetmeyecek bir roman. Bana kalırsa siz iyisi mi alın okuyun, Camus’nün dehasıyla kendiniz tanışın.

4 yorum:

  1. Yabancı'yı henüz okumadım ama Aylak Adam'ı daha yeni bitirdim. Epey kişiden şimdi bir de Yabancı'yı oku diye tavsiye aldım. Merak ediyorum onun için. Yabancı'yı da okuyunca bu yazıyı okumak üzere notumu aldım.

    İlgilenir misiniz bilmiyorum ama size bir de ödülüm var. Tebrik ediyorum. :)
    http://rekursifdusunce.blogspot.com/2013/02/liebster-blog-award-liebster-blog-odulu.html

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yabancı'yı oku diyenlerin hepsine katılıyorum ama belki iki kitap arasında biraz ara verseniz daha iyi bir tat alabilirsiniz diye düşünüyorum. :)

      Onun haricinde, Rekürsif Düşünce'yi bilmemeye imkan yok, sonradan neden bıraktınız bilmiyorum ama zamanında gerçekten çok başarılıydı blog'unuz. Tekrar sizi görmek çok güzel :)
      Rekürsif Düşünce'den ödül almak ise inanılmaz güzel bir duygu, çok teşekkür ederim, ama maalesef ne blog'a ne de bu tip aktivitelere katılmaya pek zaman bulamıyorum. Vakit ayırabilirsem sorularınıza cevap vereceğim bir yazı yazmayı düşünüyorum, bulamazsam da lütfen kusuruma bakmayın. Tekrar ödülünüz için çok teşekkür ederim. :)

      Sil
  2. Harika bir yazı olmuş, ben de kitabı okumuştum ama sizin değindiğiniz bazı vurguları fark etmemişim, seçtiğiniz görseller de konuya çok yakışmış, elinize sağlık:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim, hem yazıyı hem de görselleri beğenmenize çok sevindim. :)
      Kitapta o kadar çok ayrıntı-simgeleme var ki kaçırmanız çok normal, benim de gözden kaçırdığım bir sürü şey olmuştur eminim. Camus tek bir yazıya sığdırılabilecek bir yazar değil. :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...