Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayıncılık |
Yaklaşık iki gün önce online gazetelerin birinde bir haber ilişti gözüme, “Tutunamayanlar’ın Sinan
Yayıncılık’tan çıkan ilk baskısı 9900 TL ile Türkiye’nin en pahalı kitabı oldu”
diye. Bütün yazarlık serüveni boyunca anlaşılamamaktan ve hak ettiğine inandığı
değeri görememekten yakınan bir yazarın ölümünün üstünden 20 yıldan fazla bir
zaman geçtikten sonra bu denli popüler olması ancak Atay’ın o hicivli diliyle
anlatılabilecek türde bir ironidir, orası kesin. Bundan daha ironik olan ise, Tutunamayanlar’ın
karikatürlere bile konu olan popülerliğinin aksine, yazarın yazdığı tek tiyatro
metni olan Oyunlarla Yaşayanlar’ın halen daha açılmayı bekleyen sandıktaki
hazine gibi olmasıdır. Üzerinde yapılan inceleme sayısının bir elin
parmaklarını geçmemesinden de anlaşılabileceği gibi, Tutunamayanlar’ı
yazılmasının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçtikten sonra fark eden -ve güya bu
konuda pişman olduğunu sağır sultana duyuran- Türk okuyucusu, aslında yazarın
ömrü boyunca okuyucusuna vermek istediği mesajı en konsantre şekilde sunduğu ve
son nefesinde “gerçek bir tiyatroda” oynanmasını istediğini söylediği eseri
Oyunlarla Yaşayanlar’a henüz daha varamamıştır. Gelin biz bu popülarite
döngüsünü kıralım ve üstadın 79. yaş gününe iki gün kala son nefesindeki isteğini elimizden
geldiğince yerine getirelim.
Oyunlarla Yaşayanlar, Atay’ın yazdığı üçüncü kitap olup bir tiyatro metni
olarak kaleme aldığı tek eserdir. Kara mizah yüklü diliyle oldukça eğlenceli
bir metin ortaya çıkaran yazarın -bütün kitaplarında olduğu gibi- Oyunlarla
Yaşayanlar’da da hem bireyin içsel hezeyanlarına hem de toplumsal meselelere karşı
geniş çaplı bir eleştiri vardır. Toplumsal anlamda Tutunamayanlar’dan beri
işlediği burjuva aydının halk ile arasındaki kopuk ilişkiyi yermeye bu kitapta
da devam eden yazar, bireysel olarak ise kişinin kendiyle hesaplaşamamasına -ki
bu aynı zamanda aydın zümreye de getirdiği bir eleştiridir- ve renksiz yaşamı
içinde kendi kendine yarattığı oyunlara kapılıp gitmesine dikkat çeker.
Hikaye boyunca okuyucusuna Türk toplumun karakteristiğine dair hem
küçük hem de büyük resmi göstermeye çalışan yazar, bunu yaparken toplum-birey
ilişkisi arasında mümkün olduğunca organik bir bağ kurup aralarındaki geçişleri
görünmez kılmaya çabalar. Buna mukabil, ben bu yazıda kitabı daha iyi
açıklayabilmek için yazarın iç içe geçirdiği bireysel ve toplumsal vurguları
mümkün olduğunca birbirinden ayırarak anlatmaya çalışacağım.
OYUN İÇİNDE OYUN
Atay'ın daktilosu Kaynak: NTV Tarih |
Oğuz Atay’ın neredeyse bütün kitaplarında kendine yer bulan temel meselelerden
biri hayatın bir çeşit “oyun” olma halidir. Geçim düzeyinin kısmen yüksek
olmasının getirisiyle yaşam kaygısından sıyrılabilen burjuva sınıfın hayatı bir
oyun gibi kurgulama ve sık sık küçük oyunlar oynama peşinde olduğunu kendine
mesele olarak alan yazar, “oyun” sözcüğünden kastının ne olduğunu Tehlikeli
Oyunlar’da Hikmet’in ağzından anlatır: “Oyunlar gerçeğin en güzel yorumlarıdır.
Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan
oyunlardır.” Yazarın bu bakış açısı göz önüne alınırsa, aslen bir tiyatro oyunu
olarak kaleme alınan hikayenin bir nevi “oyun içinde oyun” olduğunu iddia etmek
pek de yanlış bir ifade olmayacaktır.
Atay’ın bu kitapta kurguladığı oyunu hakkıyla kavrayabilmek için
karakterlerin her birinin üzerinde yapılan simgelemeleri ve birbirleriyle olan
etkileşimlerini iyi anlamak gerekir. Bu amaçla, oyunun içine yerleştirilmiş
bütün karakterleri ayrı ayrı irdelemek doğru bir yaklaşım tarzı olabilir:
1. COŞKUN ERMİŞ: Hikayemizin baş kahramanı. Hayatını kendine uygun olmayan
işlerin peşinde dolanarak savurduğunu düşünüp erken emekliliğe ayrılmış olan eski
tarih öğretmeni Coşkun, evli ve bir çocuk babasıdır. -Bu noktada, Oğuz Atay
bizi gene şaşırtmaz ve bütün kitaplarında olduğu gibi hikayesinin baş kahramanı
için bir erkek seçer. Bu durum Atay’ın kadınları anlamakta zorluk çektiğine
veya bir başkarakter olarak ele alacak kadar onları tanımadığına işaret olabilir-.
Adındaki simgelemeden de anlaşılabileceği gibi Coşkun, içerisinde “coşkun”
duygular besleyen ancak hayatın yükü altında ezilirken bunları ortaya
çıkaramayan, ancak 50’sinden sonra oyunlar yazmaya başlamış ve gerçeklikle
oyunlar arasında gidip gelen bir yarı-aydın figürüdür. Aslında, Coşkun’un
hikaye içerisinde birbirini besleyen iki ana görevi vardır: Birincisi, oynadığı
oyunları ciddiye alan ve bu uğurda acı çeken bir adam; ikincisi kendisinin de
dahil olduğu yarı-aydın takımının kendi milletini hor görüşüne karşı durmaya
başlayan ve yavaş yavaş aydınlanmaya -soyadından da anlayabileceğimiz gibi
“ermeye” başlayan- bir kısmi burjuva.
Coşkun’un hikayedeki toplumsal görevini şimdilik bir yana bırakıp bireysel karakterine bakacak olursak, hikaye boyunca evdekilerin
alaylı diliyle bir problemi yokmuş gibi gözükse de aslında içlerinde “oyun”ları
ciddiye alan ve bunu birkaç yerde açıkça dile getiren tek karakter olduğu
oldukça açıktır. Bu açıdan bakıldığında, Coşkun’la Tutunamayanlar’ın “Hayatım
ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu” diyen Selim’i arasında bir paralellik
gözlemlenebildiği de söylenebilir.
2. CEMİLE: Hikaye boyunca net bir şekilde vurgulanır ki, Coşkun’un eşi
Cemile, oyundaki tek rasyonalist karakterdir. Coşkun’un emekliliğe ayrılmasıyla
bütün geçim derdi üzerine binen ve dikiş dikerek ailesini geçindirmeye çalışan
Cemile, hem deterministik karakteri hem de hayat kaygısı içinde oluşu nedeniyle
Coşkun’un tiyatro konusundaki heyecanlarını paylaşmaz ve bu nedenle kitap
boyunca neredeyse hiçbir oyunda yer almaz.
Cemile’nin bu “deliliğe varmış” oyun içerisinde yer almayışının nedenini tam
anlamıyla kavrayabilmek için Atay’ın oyun tanımlamasına tekrar bakmak gerekir:
Üstte de söylediğim gibi, yazara göre, “küçük oyunlar” burjuva sınıfın
meselesidir; zira işçi sınıf temelde yaşam kaygısı güttüğünden bu tip meseleler
yerine çok daha temel hayat kaygılarıyla boğuşur. İşte bizim hikayemizdeki işçi
sınıf da dikiş diken, pazara giden, elektrik faturasının son ödeme tarihini
gözleyen, kısacası ailesini geçindirmeye çalışan Cemile’dir. Hayata ve geleceğe
dair derin kaygılar güden Cemile bu nedenle hiçbir oyunda yer almaz, yer
alanları da anlamaz.
Hikaye açısından bakıldığında, bütün bu faktörler “Cemile’nin dışında kendi
aramızda anlaşıyoruz sanırım” diyen Coşkun’u adım adım karısından uzaklaştırır.
3. ÜMİT: Coşkun ve Cemile’nin 16 yaşındaki tek oğludur haylaz ve yaramaz Ümit.
Özellikle babası ve Saffet’in oyunlarında her daim yer alır ve aslında oldukça
yetenekli bir oyuncudur. Kitapta Ümit üzerine yapılan en ciddi simgeleme
ismindedir. Ümit çocuktur ve gelecektir, gelecek de ümittir. Bu tarz bir isim
oyunu Atay’ın kitabı yazarken halen daha gelecekten ümitli olduğuna işaret
kabul edilebilir.
Bu noktada, şu nüansa dikkat çekmekte de fayda var: Atay metnin en başında
karakterleri sayarken Coşkun’un adını soyadı olan Ermiş’le beraber yazarken
Ümit ve Cemile için soyadlarını kullanmaz. Çünkü tüm karakterler içerisinde
toplumsal sorunların çözümüne dair bir sonuca varabilmiş ve bu yüzden “ermiş”
sıfatına erişebilmiş tek kişi Coşkun’dur, ve bu sebepten Ümit ve Cemile
karakter listesine soyadsız yazılır.
4. SAFFET SÖYLEMEZOĞLU: 30 yaşlarında genç bir tiyatro oyuncusu olan Saffet,
Coşkun’a yazdığı oyunlarda yardımcı olur. Coşkun’un aksine oldukça alaycı bir
karaktere sahip olan Saffet, bu açıdan Coşkun’u Cemile’nin deterministik
tarafından koparıp onu oyunun içine sürükleyen ana etmenlerden biri olarak yorumlanabilir.
Atay hikaye boyunca Coşkun’un oyunlar konusundaki ciddiyetini göstermek için Saffet’e
birkaç kez “Bu oyunları ciddiye alıyor musun” diye sordurtur ki bu sayede
aralarındaki ayrımı net bir şekilde görebilmemizi ister. Coşkun’a göre ise Saffet
ciddi olmaktan, ciddi görünmekten korkan biridir.
5. SAADET NİNE: İlerleyen yaşı nedeniyle akıl sağlığı konusunda sıkıntılar
yaşayan Cemile’nin annesi Saadet Nine, oyun içinde yer alan gerçeklikten en
kopuk karakterdir. Atay, Saadet Nine’nin de ismi üzerinden bir simgelemeye
gider ve hikayenin en “kendi yarattığı oyunun içine hapsolmuş” karakterine
“Saadet” ismini verir. Bu şekilde, mutluluğun oyunun içinde tamamen kaybolmakta
olduğunu ima etmeye çalıştığı düşünülebilir.
6. EMEL SEVİNİR: Tiyatronun genç ve güzel oyuncusu. Emel, genç yaşının da
etkisiyle tiyatro konusunda ateşlidir ve bu bakımdan Coşkun’la benzeşir, tahmin
edilebileceği gibi de ortak paydaları bir süre sonra ikisini yakınlaştırır. İsim
seçimi üzerindeki simgeleme Emel’de de karşımıza çıkar ve Coşkun’un varmaya/elde
etmeye çalıştığı kadının adı “Emel” konulur.
7. SERVET DUYGULU: Tiyatronun sahibi ve oyuncusu, Saffet’in deyimiyle “Bay
Sermaye”. Oyun boyunca Servet Bey’in eski dönem romantik tiyatrosuna olan
özlemine açıkça vurgu yapılır ki Servet Bey’in kişiliği hakkındaki bu iki
önemli detay –sermayedarlığı ve romantikliği- gene “Servet Duygulu” olarak
seçilmiş ismiyle simgelenmiştir.
Tüm bu bilgiler ışığında bakıldığında aslında karşımıza çıkan tablo oldukça
açıktır: Hikaye içerisinde Saadet Nine ve Cemile iki uç durumu simgeler. Cemile
alabildiğine deterministik, alabildiğine gerçekliğe bağlıyken, Saadet Nine etrafında
gelişen hayattan tamamıyla kopuk, kendi yarattığı hayal dünyasında -kendi
yarattığı oyun içinde- yaşayan bir karakterdir. Coşkun, Saffet, Ümit, Emel ve
Servet kitap boyunca bu iki uç karakter arasında -diğer bir deyişle oyun ve
gerçeklik arasında- gidip gelirler.
Oyunda -ana karakterler dışında- adı geçen garson, müzik hocası, komiser ve
icra memurunu hep aynı kişi canlandırır. Yazar tarafından bilerek atılmış bu
adım, bireyin yakın çevresi dışında geriye kalan herkesin onun için “birbirinin
aynısı” olduğuna ve her bireyin ömrünü aslında birbirinin aynısı oyunlarla
geçirdiğine vurgu yapmak için ortaya atılmış gibi durmaktadır. Vermek istediği mesajın
tam olarak anlaşılamayacağından kaygı duyan Atay, metin içinde bu duruma -aslında
aynı oyuncu olduğunu sadece “ermiş” Coşkun’un fark edebildiği- Garson ve Müzik
Hocası üzerinden bir açıklama getirmeye çalışır:
“COŞKUN (duymamış gibi): Belki de karıştırmıyorum. Belki de insanlar aynı
oyunları oynuyorlar, hayatlarını birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar.” –
syf. 46
Karakterlerin oyun içindeki yerleşimlerinin okuyucuya verdiği mesajın yanı
sıra, Atay’ın diğer kitaplarında da karşımıza çıkan “diğer kadın” figürü
Oyunlarla Yaşayanlar’da da es geçilmez. Coşkun’un heyecanlarını paylaşmayan ve
kendini tamamen gerçekliğe hapseden Cemile ile Coşkun’un araları açılır ve kahramanımız
“genç ve güzel” tiyatro oyuncusu Emel’e gönlünü kaptırır. Tehlikeli Oyunlar’da
Hikmet’in düştüğü Bilge-Sevgi ikilemi ve dahi Atay’ın biyografisindeki
başarısız bir evlilik ve aslen aşık olunan başka bir kadın figürü göz önüne
alınırsa, her iki kitaptaki başkarakterlerimizin kısmi otobiyografik öğeler
içerdiği ve iki kadın arasında kalmışlığın Atay’ın hayatının önemli bir
problemi olduğu da söylenebilir.
YARI-AYDIN VE TOPLUM İLİŞKİSİ
Tutunamayanlar, Sinan Yayıncılık |
Oğuz Atay’ın ilk üç kitabı dikkatle incelendiğinde, Atay’ın topluma dair “meselesi
olan” bir yazar olduğu kolaylıkla fark edilebilir. Yazar tüm kitaplarında, Cumhuriyet’in
ardından -özellikle 1960-70’lerde- sazı hepten eline almış ve
aydınlanmanın/ilerlemenin yalnızca Batı’yı taklit etmekle olacağını düşünen, bu
nedenle kendi toplumuna sırtını dönen ve onu aşağılayan bir tavır sergileyen sözde
aydın burjuva takımına bir eleştiri getirmektedir. Tutunamayanlar’da
burjuvazinin bu hakir gören tutumuna karşı yaptığı en geniş eleştiriyi ortaya
koyan yazar, kitap boyunca tipik bir burjuva ailesinin simgesi olan Turgut’u
Selim’in ışığıyla yavaş yavaş yaşamakta olduğu sahte hayattan çıkarır.
Ancak, Tutunamayanlar’ın yazarın beklediği ilgiyi görmemesi -ve dahi kimi
edebiyat çevrelerinin aslen inşaat mühendisi olan Atay’a mesafeli yaklaşması-
yazarı bu yarı-aydın takımına karşı daha da bileyler ve ardından yazacağı her iki
kitapta da bu meseleyi işlemesine bir anlamda önayak olur.
Oyunlarla Yaşayanlar’a baktığımızda da, tıpkı Tutunamayanlar’da olduğu gibi,
yoğun bir yarı-aydın ve burjuva eleştirisi görürüz. Atay'ın günlüğünde hakkında “iki kültür arasında bunalıyor, bu bunalım orta
seviyede bir aydın duyarlığı” diye yazdığı başkarakterimiz Coşkun, halktan uzaklaşmış aydının geri dönüş çabasını anlatır aslında. Yani Coşkun, kendisi de bir burjuva
olmasına rağmen dönemin konjonktürünün aksine halka sırtını dönmez ve iki kültür
arasında sıkışıp kalır. Yazarın kitabın geneline yedirerek vermeye çalıştığı -ancak
bu konuda pek de başarılı olamadığı- bu mesajı en net haliyle Coşkun’un yarı
sarhoş halde attığı nutukta bulabiliriz -ki buna benzer sarhoş nutukları
Tutunamayanlar’da Turgut da atar-:
“Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak
için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir,
geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle
yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu
kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor
musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de
istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı
kendimize zehir ediyoruz.” – syf. 51
Atay’ın yukarıdaki paragrafta olduğu gibi hicivli ve kara mizah yüklü bu
dil ile yarı-aydın takımını ti’ye alması ilk kitabından beri kaleme aldığı
“meselesinin” kendisi için halen daha önemli olduğunun en net göstergesidir.
Bunun yanında, yazar, “büyük resim” anlamında okuyucuya Osmanlı-Cumhuriyet
arasındaki sancılı geçişin izlerini gösterip aslında bir anlamda okuyucusunu
zihnen Türk toplumunun kendini bir anda içinde bulduğu o “kültür çorbasına” vardırmaya
çalışır. Gene karakterler üzerinden gidecek olursak, artık epeyce yaşlanmış ve
akıl sağlığını tümden yitirmiş, Halife özlemiyle yanıp tutuşan ve gözü hep Cemil
Paşa’nın yolunda olan Saadet Nine, eski dönem Osmanlı insanını temsil
etmektedir. Saadet Nine üzerinden Atay, Osmanlı’nın Cumhuriyet yarı-aydınına
bakışını şöyle örnekler:
“… Zındık paşalar ve farmasonlarla birlikte bir çeşit meşrutiyet ilan
edildi demek diyorum, demek farmason baloları bile veriliyor.” – syf. 15
Öte yandan, yazar, Cumhuriyet-Osmanlı kültür çorbasına yalnızca Osmanlı
tarafından bakmakla kalmaz, gene Saadet Nine üzerinden işin Cumhuriyet
kısmına da atıfta bulunur:
“COŞKUN (aynayı elinden bırakır): Ne tahkikatı?
SAADET NİNE: Kitap tahkikatı elbette. Yeni halifenin de Abdülhamit
Efendimiz gibi kitap okuyanlar yüzünden başı derde girmesin diye bu sefer
tedbirli davranıyorlamış.” – syf. 15
1. perdede yer alan bu olayların yanı sıra, metnin 2. perdesinde de
toplumsal eleştiri kendisine genişçe yer bulur ve Saadet Nine’yi eve geri
döndürmek için Cemil Paşa kılığında sokağa çıkan Ümit üzerinden kılık-kıyafet
yönetmeliğine ve Şapka Kanunu’na da ciddi eleştiriler getirilir.
ACIKLI GÜLDÜRÜ
Tüm bu simgelemeler ve “meseleler”in dışında kitaba bakacak olursak, yazar hikayenin
en başında Coşkun’un evinin -gerçek oluşuna vurgu yapmak için- ayrıntılı olarak
sahneye konacağını, fakat evin dışında gerçekleşen olayların son derece basit
figürlerle anlatılacağını söyler ve bu ışık-dekor oyunuyla ev dışındaki olayların gerçekten yaşanıp
yaşanmadığı -ya da Coşkun’un evinin
dışında kesin olarak yaşayıp yaşamadığı- konusunda okuyucunun/izleyicinin zihninde kuşku yaratmayı amaçlar.
Yani hep dönüp duran o oyun kavramına geri döneriz: bu olaylar gerçekten
yaşanıyor mudur yoksa biz Coşkun’un kafasının içinde kurduğu oyunları mı
görmekteyizdir, orası muammadır ve yazarın kitabı yazarkenki ana vurgularından
biridir.
Ek olarak, oyun boyunca yazar “zaman” kavramına da belirgin bir atıfta
bulunmaz. Olaylar ilerler ama hangi olay ne zaman olur o konuda da okuyucunun
elinde kesin bir bilgi yoktur, dolayısıyla hikayedeki zaman faktörünün de
okuyucunun zihninde olayların gerçekliğine kuşku düşürmek için kullanılmış -hatta
aslında kullanılmamış- bir öğe olduğu söylenebilir.
Atay, Oyunlarla Yaşayanlar’ın “Hayat Bir Oyundur (Acıklı Güldürü)” adını
verdiği ilk taslak metnini bitirdiğinde senaryoyu Kenter’lere okutur fakat
aldığı tepkiler olumlu olmaz. Genellikle ilk perdedeki mizahi anlatım beğenilir
ancak ikinci perde durağan ve acemice bulunur. Gelen eleştiriler doğrultusunda
Atay metin üzerinde -ve kitabın isminde- oynamalar yapsa da -şahsi fikrim-
metnin halen daha ilk perdesinin daha başarılı olduğu yönündedir.
HİSSİYATIMIZIN TARİHÇİSİ
Kaynak: NTV Tarih |
Özetle, Oğuz Atay, mizahi dilinin perdesine ustaca gizlenmiş simgelemeler ve
meselelerle dolu hikayesi Oyunlarla Yaşayanlar'da bir yandan burjuva sınıfın birbiriyle çelişen yaşam alışkanlıklarını kendine özgü üslubuyla eleştirirken, diğer yandan çözümünü bulduğuna inandığı toplumsal meseleleri okuyucuya kendi penceresinden göstermeye çabalamaktadır. Gelgelelim, 2013’te bile Atay'ın aslında en çok kendi gibileri yerdiğinin farkında bile olmadan oraya buraya Olric yazanların
kitabın esamesini bile okumamasından da anlaşılabileceği gibi, Oyunlarla
Yaşayanlar, şifreli anlatımı ve yazarın geçmişi/hayata bakış açısı hakkında derinlemesine bilgi gerektiren konusuyla hep üzerinde konuşulması ve “mesele”sinin çözülmesi zor bir kitap
olarak kalacaktır.
Yazdığı bütün kitaplarda ve yarattığı bütün karakterlerde kendiden bir parça bulabileceğiniz Atay, yaşamı boyunca sadece "seçkin" çevrelerin değil, her kitabında inatla ve sebatla savunduğu ve hakkında günlüğüne -içerlenmiş ruhuyla- "Benden haberleri bile yok" diye yazdığı milletinin de kendisini anlamamasından yakınır. Oğuz Atay’ın hem kitaplarını hem de günlüğünü okuyup duygulu, kırılgan ve adil ruhunu fark ettikçe insan hayıflanmadan
edemez; keşke şimdilerde adına kaleme alınan yazıları, yazdığı her bir cümleyi
hatırlayıp da günlük yaşamı içinde bile yalnızlaşanları görseydi diye... Sen mi
bizden çok ilerdeydin yoksa biz mi -defaatle söylediğinin aksine- senden epeyce
gerideydik bilmiyorum. Geldik, ama çok geç vardık sana, -laf aramızda- sen de
biraz fazla acele ettin gitmekte. Yaşarken hissiyatlı ruhunu epeyce üzdük, artık elimizden geldiği
kadarıyla…
Doğum günün kutlu olsun.
Oğuz ATAY muhtesem bir düşünür ve edebi bir dile de sahip olduğundan sadece türk değil dünya edebiyatının nadir edebiyatçılarındandır
YanıtlaSilHiç bir çözümü ve hiç bir açıklaması yok hayata sadece kendini üstün görüyor.
YanıtlaSilgerçek aydın ilk olarak çözüm üretmez önce sorunu doğru tesbit eder. Aynı iyi bir düşünürün verdiği cevaptan çok sorduğu soruya odaklanması gibi.
Silaynen knk
SilGüzel bir anlatım olmuş teşekkürler.
YanıtlaSil