14 Ocak 2012 Cumartesi

KIRMIZI PAZARTESİ


KÜNYE

Orijinal Adı : Cronica de Una Muerte Anunciada
Yazar : Gabriel Garcia Marquez

Orijinal Dili : İspanyolca
Çevirmen : İnci Kut
Yayınevi : Can Yayınları











Kırmızı Pazartesi, tıpkı kitabın ön kapağında denildiği gibi, işleneceğini herkesin bildiği bir cinayetin öyküsü… Bu kitap için sanırım bundan daha iyi bir tanımlama yapılamazdı.

Kitaba konu olan ve yazarın kendi çocukluğunu geçirdiği Kolombiya’da yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenerek yazıldığı söylenilen bu talihsiz hikaye, aslında Türkiye’ye ve Türk okuyucusuna hiç de yabancı olmayan bir trajediyi anlatıyor: Namus cinayeti.

Kitabın başkahramanı, Santiago Nasar, küçük bir kasabada kibirliliği ve yakışıklılığıyla ün yapmış yirmi bir yaşında bir delikanlı. Başka bir ifadeyle, öldürüleceğini daha kitabın ilk cümlesinde öğrendiğimiz ama gerçekten suçlu olup olmadığına kitap boyunca kanaat getiremediğimiz bir “kader mahkumu”.

Kitap, Santiago Nasar’ın öldürülmesinden birkaç saat önce başlayıp, birkaç dakika sonrasında sona eriyor. Aralarda ise hem cinayete zemin hazırlamış olaylara dair geri dönüşler hem de olaydan sonra kitaptaki yan figürlerin hayatlarının nasıl geliştiğine dair ifadeler yer alıyor.

Kırmızı Pazartesi romanında dikkat çeken en önemli nokta, kitabın, cinayete neden olan Santiago Nasar - Angela Vicario ilişkisine hiç değinmeden –hatta bunun varlığı üzerine okuyucunun kuşkuya düşmesini sağlayarak- bu temele dayanan bir cinayeti anlatması. Kısaca, yazarın yapmak istediği şey, anlatılacak olaya bağlı olarak okuyucunun kafasında oluşacak suçlu-suçsuz gibi karakter etiketlemelerden sıyrılarak namus cinayeti kavramına hem olayın taraflarının hem de toplumun diğer bireylerinin bakış açısının ne olduğu göstermek.

Bu açıdan bakınca, yazar bir toplumda yer alan hemen hemen her birey figürünün bir kopyasını kitaba yansıtmış gibi duruyor. Öyle ki, okurken bazı karakterlere çok kızarken diğerlerini takdir ediyorsunuz. Zaten Kırmızı Pazartesi romanının Nobel ödülü kazanma sebebinin de bu karakter zenginliği olduğunu düşünüyorum zira yazar çok sayıda karakterin cinayet işleneceği haberine verdiği birbirinden farklı tepkiler ile kafamızda bütün bir “toplum” tablosu çiziyor. Daha sonrasında ise kimin haklı kimin haksız olduğuna okuyucunun kendisinin karar vermesi için geriye çekiliyor.

Kitapta sıklıkla vurgulanan noktalardan biri, cinayetin işlendiği gün havanın yağmurlu olup olmadığı sorusu… Bu son derece net soruya bile aynı günü yaşamış onlarca kişi arasından pek çok farklı cevap çıkıyor ki bu da bizi bir noktada insan hafızasının zaafları ve geçmişe dair hatırlanan olayların doğruluğu konusunda düşünmeye itiyor. Kitapta dikkat çekilen diğer bir nokta ise, kader kavramı. Cinayetin işleneceği günün başından cinayet saatine kadar pek çok kişi Santiago Nasar’ın öldürüleceği haberini almasına rağmen öyle ya da böyle –isteyerek veya istemeyerek- onu uyarmayı başar(a)mıyor. Bu da akıllara "Öldürülmesi kader miydi?" sorusunu düşürüyor.
  
                                                  “... Kader bizleri görünmez kılar” – syf. 100

Ancak yine de ben, yazarın dikkat çekmek istediği ana noktanın "alın yazısı"ndan ziyade bir toplumun namus cinayetini meşru görmesi ve önüne geçmek için hiçbir şey yapmaması olduğunu düşünüyorum.

Ek olarak, kitaptaki en önemli vurgu, Angela Vicario’nun Santiago Nasar’ı öldürmekle mükellef olduğu kabul edilen ikiz erkek kardeşlerinin ruhsal durumu üzerine... Vicario kardeşlerin Nasar’ı öldürmek istememeleri ama bunu kendilerine dahi itiraf edememeleri, birileri kalkıp da onları durdursun-bu yük onların üstünden kalksın diye çırpınışları ama kimsenin onları durdurmaya çalışmaması çok etkileyici… Kitabın, bu tip namus davası cinayetlerinde başı yananın sadece kötü gözle bakılan kız veya ölen erkekle sınırlı olmadığını, aynı zamanda aslen hiçbir suçu olmamasına rağmen toplumun ona yüklediği yük yüzünden bedel ödemek zorunda bırakılan kardeşlerin durumunu da ele alması ona ayrı bir gerçekçilik katmış.

        “... "Artık ellerinde kimseyi öldürecek bir şey kalmadı,” demişti.
“Sorun o değil ki,” demişti Clotilde Armenta da. “O zavallı çocukları üstlerine çöken o korkunç yükten kurtarmak gerek.” – syf. 55


Kitabın anlatımına gelirsek, hikayenin dili gayet sade ve gerçekçi. O kadar ki, sonlara doğru ardı ardına gelişen olayları okurken kitap okumaktan çok sanki bir film seyrediyormuş gibi hissediyorsunuz. Kitabı İspanyolca aslından çeviren İnci Kut oldukça güzel bir çeviri yapmış, o konuda hiç şüpheniz olmasın.

Son olarak, yukarıda değindim ama tekrar belirtmekte fayda görüyorum, dünya çapında "Yüzyıllık Yalnızlık" romanıyla ün kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez 1981 yılında yazdığı bu kitabın ardından 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş. Sadece bu bile okumanız için yeterli bir neden diye düşünüyorum. Herkese tavsiye ediyorum…

Ek olarak, kitap Macit Koper yönetmenliğinde -yine aynı adla- 2008-2009 yıllarında ülkemizde şehir tiyatrolarında tiyatro gösterisi olarak izleyici karşısına çıkmış. Aşağıda oyuna dair birkaç kare bulabilirsiniz:

                   

2 yorum:

  1. yorumunu çok beğendim çok teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de beğenmenize çok sevindim, çok teşekkürler :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...