Orijinal Adı : Il Nome Della Rosa
Yazar : Umberto Eco
Orijinal Dili : İtalyanca
Yazar : Umberto Eco
Orijinal Dili : İtalyanca
Çevirmen : Şadan Karadeniz
Yayınevi : Can Yayınları
“… “Ama bu pek de erdemli olmayan rahipler arasında geçen bir hırsızlık ve öç alma öyküsü!” diye bağırdım, kuşkulu. “Yasak bir kitap yüzünden, Adso. Yasak bir kitap yüzünden!” diye karşılık verdi William.” (syf. 554)
Neresinden anlatmaya başlayacağımı bilemediğim, blog’da
tanıtımını yapmaya çalışacağım ilk roman olması nedeniyle de bu bilinmezlik
dehlizinde daha da fazla kaybolduğumu duyumsadığım, hakkında ne söylense az kalacak
bir kitap: Gülün Adı. Bu minvalde, daha
yazının en başından, yapacağım her türlü eksik-yanlış değerlendirmenin okuyucu
tarafından hoşgörüyle karşılanacağını umut ettiğimi belirtmekten başka çare
kalmıyor bana.
Edebiyat dünyasında bilindik bir söz vardır, “her kitap yeni
bir dünyanın kapılarını aralar” diye. Gülün Adı romanı içinse, yeni bir
dünyanın kapılarını aralamaktan çok, yepyeni bir dünyayı her yönüyle keşfetmek
desek sanırım daha doğru bir tanımlama yapmış oluruz. Öylesine dolu dolu bir
roman…
Kitap, Ortaçağ tarihi içinde sık sık karşılaştığımız
Papa-İmparatorluk-Ruhban Sınıfı arasındaki entrikaların tam ortasında yer alan
bir manastırda geçen cinayetler silsilesini konu alıyor. Söz konusu manastırda
ardı ardına pek çok cinayet işleniyor ve kahramanlarımız Baskerville’li William
ile Melk’li Adso bu gizemin tam ortasında bir yandan katili ararken, diğer
yandan verdikleri bilgilerle –dolaylı yoldan da olsa- okuyucuya Ortaçağ
Avrupası’nda hüküm süren düşünce ve inanışları tanıtıyorlar.
Romanın geçtiği yer, 14. Yüzyıl İtalyası’nda oldukça güçlü
bir konumda bulunan Benedikten tarikatına ait bir manastır… Kahramanımız
Sherlock Holmesvari ayrıntıcı bir zekaya sahip olan William ise Fransisken
tarikatının önde gelen düşünürlerinden biri. Zaten manastıra gelme sebebi de aynı
şeye inanan fakat uygulamada birbirlerine ters düşen bu iki Hıristiyanlık tarikatının
aralarını yapmak.
Burayı biraz daha açmak istiyorum zira kitapta, yazarın
“kefaret bedeli” olarak nitelendirdiği ve okuyucuyu Ortaçağ dünyasına zihnen
hazırlayıp, ilerleyen sayfalarda gelişecek olayları daha rahat anlamasını
sağlamak için gerekli altyapıyı vermeyi amaçlayan ilk yüz sayfa, cinayet öyküsüne girişin yanısıra bu tarikatların
kim oldukları ve ne istedikleri üzerine kurulu.
Kısaca denebilir ki; Benedikten tarikatı, bizim şimdilerde
Ortaçağ gotik mimarisi olarak nitelendirdiğimiz devasal katedrallerde zenginlik
içinde yaşayan ve bunun Hıristiyanlık dinine uygun olduğunu savunan bir
tarikat. Fransisken’ler ise bu aşırı şaşaanın Hıristiyanlıkla uyuşmadığını ve
kilisenin gittikçe özünden koptuğunu iddia ederek rahiplerin yoksul birer yaşam
sürmeleri gerektiğini öne süren başka bir tarikat. Bu iki grup kitap boyunca
–ve dahi yüzyıllar boyunca- birbirleriyle çatışıyorlar.
İşin içine kilisenin zenginliğini
–doğal olarak- savunan dönemin Papa’sı Ioannes’ı ve Papa’nın gücünden rahatsız
olarak Hıristiyan dünyasındaki bu çekişmeyi kullanıp alttan alttan
Fransisken’leri destekleyerek Papa’yı yıpratmayı amaçlayan İmparator Ludwig’i
de katınca olaylar iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Aslında benim gibi
Ortaçağ Avrupası’na özel bir ilgi duyanlar için bu kısımlar hazine değerinde
zira o döneme ait pek çok yeni şey öğreniyorsunuz, ilk yüz sayfa boyunca kalemi
elimden düşüremedim desem yeridir.
“Sonunda, kendisinin
de açık seçik anlayamadığı bir tasıma göre, rahiplerin yoksul bir yaşam
sürmelerini istemenin insanı İmparator yanlısı kıldığını, bununsa Papa’nın
hoşuna gitmediğini bilmem gerektiğini söyledi.” – syf. 339
Gelelim, romanın kılıfına sarıldığı polisiye öyküye… Şunu
kabul edelim, Gülün Adı bir polisiye roman değil. Daha çok polisiye öykü
kılıfına sarılmış Ortaçağ’a ait bir manifesto. Ama anlatılan polisiye öykü de
öyle yabana atılacak cinsten değil; ince ince örülmüş, son sayfaya kadar katil
hakkında insana bir fikir dahi vermeyen adeta bir giz…
Melk Manastırı'nın kütüphanesi |
Cinayetlerin ilişiği, baştaki alıntıda da denildiği gibi, girmenin
yasak olduğu bir kütüphane… Yazar bunu daha kitabın en başında okuyucuya hissettiriyor
zaten. Ama burada aslında yasak kütüphane de içindeki yasak kitaplar
da simgesel bir anlatım… Bana göre bu simgeleme ile anlatılmak istenen, bütün
dinlerde var olan yasakların insan için nasıl çekici olduğu ve o yasakların
neden konulduğu. Gerçekten var oldukları için mi, yoksa birileri kendi çıkarları
uğruna öyle olmasını daha uygun buldukları için mi?
Bu noktada, romanın geçtiği manastırın ve kütüphanenin Avusturya'da bulunan Melk Manastırı'na ve onun dünyaca ünlü kütüphanesine bir atıf olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim zira kitabı yazarken Eco burada oldukça fazla zaman geçirmiş.
Umberto Eco |
Romanın yazın özelliklerine gelirsek, Umberto Eco, kitabı
yayınladıktan sonra neredeyse cümlenin başını unutturan upuzun betimlemeler
içeren cümlelerinden dolayı –haklı olarak- tepki çekmiş. Bizim açımızdan bakıldığında, işin
içine bir de İtalyancadan Türkçeye çeviri girdiğinden, hakikaten bazı cümlelerin ne anlatmaya çalıştığını
anlamak için üzerinden birkaç defa geçmeniz gerekiyor. Ama genel itibariyle
anlaşılmayacak bir roman değil, çevirmen Şadan Karadeniz bence oldukça başarılı
bir iş çıkarmış.
Eleştiri mahiyetinde diyebilirim ki kitap olayları biraz
dağınık anlatıyor, romanın ortalarına kadar kim ne diyor-neyi savunuyor
anlamayabilirsiniz, ama sonlara doğru kurulan tezgah açıkça ortaya çıkıyor ve
her şey yerli yerine oturuyor.
Karakter zenginliği açısından kitap oldukça doyurucu. Manastırda
yaşayan 15-20 rahip var ama ana öykü 6-7 kişi arasında geçiyor. Bu noktada
belirtmeliyim ki, kitapta devamlı yeni karakter girişi ve -ölümler dolayısıyla-
karakter eksilmesi var, bu nedenle de oldukça dinamik bir öykü. Ayrıca karakterler arasına serpiştirilmiş Cesanalı Michele, Ubertino ve Fra Dalcino gibi tarihi
kişilikler de romana ayrı bir gerçeklik katmış. Gülün Adı’nı okuduktan sonra bu
rahiplerin hayatlarını okumak insanı pek çok açıdan düşünmeye zorluyor.
Görüldüğü gibi, Gülün Adı, arka planda İmparatorluk ile
Papalık arasında dönen güç savaşını, ön yüzünde ise bir manastırda işlenen
cinayetleri konu alan koca bir roman aslında. Kitap boyunca zaman zaman -yaşanan felsefi
tartışmalar yüzünden- tempodan düşüşler olsa da geneli itibariyle belli bir
ayarda seyreden polisiye öykü ile harmanlanmış bir Ortaçağ hikayesi.
İçinde rahiplerin cinsel yaşamından tutun da dinin kadınlara bakış açısına,
Hıristiyan dünyasından bakınca Arap’ların ve İslamiyet’in nasıl gözüktüğüne
kadar Ortaçağ’a ve o dönemin ruhban sınıfına dair hemen hemen her şeyi
bulabileceğiniz bir Benedikten manastırının öyküsü... Ortaçağ’ı sevenlerin
okumasını özellikle tavsiye ederim.
“Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus”
Not: Kitap 1986 yılında Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud tarafından Der Name Der Rose adıyla filme çekilmiş, merak edenler aşağıda filmin
fragmanını izleyebilirler. Ben henüz filmi izlemediğimden onun hakkında yorum
yapamayacağım, izledikten sonra bilahare onu da yorumlarım.
İyi seyirler ve iyi okumalar...
"yasak kütüphane" bir kitap sever için ne kadar da baştan çıkarıcı bir yer!:) kitabı okumadım ama bir kaç gün önce filmi seyrettim, Sean Connory gerçekten başarılıyrdı, film belki biraz daha kısa olsa daha iyi olabilirdi, sürekli karanlık seyirciyi biraz yoruyor ama güzel bir filmdi diyebilirim:) kitabı çok güzel anlatmışsınız.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, yazı epey uzun olduğundan okunmuyor diye üzülüyordum ben de... Kitap "çok güzel" olunca tanıtımında anlatacak çok şey buluyorsunuz, haliyle ortaya böyle bir şey çıkıyor. :)
YanıtlaSilFilmi halen daha izlemedim ama kitapla karşılaştırınca yavan kalacağından eminim, 700 küsür sayfalık bir romanı filme tamamen anlatmak zaten çok zor bir iş, yönetmenin hakkını yemeyelim. :)
Okumanı kesinlikle tavsiye ederim, harika bir kitap.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil