4 Ocak 2012 Çarşamba

GÜLÜN ADI




Orijinal Adı : Il Nome Della Rosa
Yazar : Umberto Eco

Orijinal Dili : İtalyanca
Çevirmen : Şadan Karadeniz 
Yayınevi : Can Yayınları












“… “Ama bu pek de erdemli olmayan rahipler arasında geçen bir hırsızlık ve öç alma öyküsü!” diye bağırdım, kuşkulu. “Yasak bir kitap yüzünden, Adso. Yasak bir kitap yüzünden!” diye karşılık verdi William.” (syf. 554)

Neresinden anlatmaya başlayacağımı bilemediğim, blog’da tanıtımını yapmaya çalışacağım ilk roman olması nedeniyle de bu bilinmezlik dehlizinde daha da fazla kaybolduğumu duyumsadığım, hakkında ne söylense az kalacak bir kitap: Gülün Adı.  Bu minvalde, daha yazının en başından, yapacağım her türlü eksik-yanlış değerlendirmenin okuyucu tarafından hoşgörüyle karşılanacağını umut ettiğimi belirtmekten başka çare kalmıyor bana.

Edebiyat dünyasında bilindik bir söz vardır, “her kitap yeni bir dünyanın kapılarını aralar” diye. Gülün Adı romanı içinse, yeni bir dünyanın kapılarını aralamaktan çok, yepyeni bir dünyayı her yönüyle keşfetmek desek sanırım daha doğru bir tanımlama yapmış oluruz. Öylesine dolu dolu bir roman…

Kitap, Ortaçağ tarihi içinde sık sık karşılaştığımız Papa-İmparatorluk-Ruhban Sınıfı arasındaki entrikaların tam ortasında yer alan bir manastırda geçen cinayetler silsilesini konu alıyor. Söz konusu manastırda ardı ardına pek çok cinayet işleniyor ve kahramanlarımız Baskerville’li William ile Melk’li Adso bu gizemin tam ortasında bir yandan katili ararken, diğer yandan verdikleri bilgilerle –dolaylı yoldan da olsa- okuyucuya Ortaçağ Avrupası’nda hüküm süren düşünce ve inanışları tanıtıyorlar.

Romanın geçtiği yer, 14. Yüzyıl İtalyası’nda oldukça güçlü bir konumda bulunan Benedikten tarikatına ait bir manastır… Kahramanımız Sherlock Holmesvari ayrıntıcı bir zekaya sahip olan William ise Fransisken tarikatının önde gelen düşünürlerinden biri. Zaten manastıra gelme sebebi de aynı şeye inanan fakat uygulamada birbirlerine ters düşen bu iki Hıristiyanlık tarikatının aralarını yapmak.

Burayı biraz daha açmak istiyorum zira kitapta, yazarın “kefaret bedeli” olarak nitelendirdiği ve okuyucuyu Ortaçağ dünyasına zihnen hazırlayıp, ilerleyen sayfalarda gelişecek olayları daha rahat anlamasını sağlamak için gerekli altyapıyı vermeyi amaçlayan ilk yüz sayfa, cinayet öyküsüne girişin yanısıra bu tarikatların kim oldukları ve ne istedikleri üzerine kurulu.

Kısaca denebilir ki; Benedikten tarikatı, bizim şimdilerde Ortaçağ gotik mimarisi olarak nitelendirdiğimiz devasal katedrallerde zenginlik içinde yaşayan ve bunun Hıristiyanlık dinine uygun olduğunu savunan bir tarikat. Fransisken’ler ise bu aşırı şaşaanın Hıristiyanlıkla uyuşmadığını ve kilisenin gittikçe özünden koptuğunu iddia ederek rahiplerin yoksul birer yaşam sürmeleri gerektiğini öne süren başka bir tarikat. Bu iki grup kitap boyunca –ve dahi yüzyıllar boyunca- birbirleriyle çatışıyorlar.


İşin içine kilisenin zenginliğini –doğal olarak- savunan dönemin Papa’sı Ioannes’ı ve Papa’nın gücünden rahatsız olarak Hıristiyan dünyasındaki bu çekişmeyi kullanıp alttan alttan Fransisken’leri destekleyerek Papa’yı yıpratmayı amaçlayan İmparator Ludwig’i de katınca olaylar iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Aslında benim gibi Ortaçağ Avrupası’na özel bir ilgi duyanlar için bu kısımlar hazine değerinde zira o döneme ait pek çok yeni şey öğreniyorsunuz, ilk yüz sayfa boyunca kalemi elimden düşüremedim desem yeridir.


 “Sonunda, kendisinin de açık seçik anlayamadığı bir tasıma göre, rahiplerin yoksul bir yaşam sürmelerini istemenin insanı İmparator yanlısı kıldığını, bununsa Papa’nın hoşuna gitmediğini bilmem gerektiğini söyledi.” – syf. 339

Gelelim, romanın kılıfına sarıldığı polisiye öyküye… Şunu kabul edelim, Gülün Adı bir polisiye roman değil. Daha çok polisiye öykü kılıfına sarılmış Ortaçağ’a ait bir manifesto. Ama anlatılan polisiye öykü de öyle yabana atılacak cinsten değil; ince ince örülmüş, son sayfaya kadar katil hakkında insana bir fikir dahi vermeyen adeta bir giz…

Melk Manastırı'nın kütüphanesi
Cinayetlerin ilişiği, baştaki alıntıda da denildiği gibi, girmenin yasak olduğu bir kütüphane… Yazar bunu daha kitabın en başında okuyucuya hissettiriyor zaten. Ama burada aslında yasak kütüphane de içindeki yasak kitaplar da simgesel bir anlatım… Bana göre bu simgeleme ile anlatılmak istenen, bütün dinlerde var olan yasakların insan için nasıl çekici olduğu ve o yasakların neden konulduğu. Gerçekten var oldukları için mi, yoksa birileri kendi çıkarları uğruna öyle olmasını daha uygun buldukları için mi?

Bu noktada, romanın geçtiği manastırın ve kütüphanenin Avusturya'da bulunan Melk Manastırı'na ve onun dünyaca ünlü kütüphanesine bir atıf olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim zira kitabı yazarken Eco burada oldukça fazla zaman geçirmiş.

Umberto Eco
Romanın yazın özelliklerine gelirsek, Umberto Eco, kitabı yayınladıktan sonra neredeyse cümlenin başını unutturan upuzun betimlemeler içeren cümlelerinden dolayı –haklı olarak- tepki çekmiş. Bizim açımızdan bakıldığında, işin içine bir de İtalyancadan Türkçeye çeviri girdiğinden, hakikaten bazı cümlelerin ne anlatmaya çalıştığını anlamak için üzerinden birkaç defa geçmeniz gerekiyor. Ama genel itibariyle anlaşılmayacak bir roman değil, çevirmen Şadan Karadeniz bence oldukça başarılı bir iş çıkarmış.

Eleştiri mahiyetinde diyebilirim ki kitap olayları biraz dağınık anlatıyor, romanın ortalarına kadar kim ne diyor-neyi savunuyor anlamayabilirsiniz, ama sonlara doğru kurulan tezgah açıkça ortaya çıkıyor ve her şey yerli yerine oturuyor.

Karakter zenginliği açısından kitap oldukça doyurucu. Manastırda yaşayan 15-20 rahip var ama ana öykü 6-7 kişi arasında geçiyor. Bu noktada belirtmeliyim ki, kitapta devamlı yeni karakter girişi ve -ölümler dolayısıyla- karakter eksilmesi var, bu nedenle de oldukça dinamik bir öykü. Ayrıca karakterler arasına serpiştirilmiş Cesanalı Michele, Ubertino ve Fra Dalcino gibi tarihi kişilikler de romana ayrı bir gerçeklik katmış. Gülün Adı’nı okuduktan sonra bu rahiplerin hayatlarını okumak insanı pek çok açıdan düşünmeye zorluyor.

Görüldüğü gibi, Gülün Adı, arka planda İmparatorluk ile Papalık arasında dönen güç savaşını, ön yüzünde ise bir manastırda işlenen cinayetleri konu alan koca bir roman aslında.  Kitap boyunca zaman zaman -yaşanan felsefi tartışmalar yüzünden- tempodan düşüşler olsa da geneli itibariyle belli bir ayarda seyreden polisiye öykü ile harmanlanmış bir Ortaçağ hikayesi. İçinde rahiplerin cinsel yaşamından tutun da dinin kadınlara bakış açısına, Hıristiyan dünyasından bakınca Arap’ların ve İslamiyet’in nasıl gözüktüğüne kadar Ortaçağ’a ve o dönemin ruhban sınıfına dair hemen hemen her şeyi bulabileceğiniz bir Benedikten manastırının öyküsü... Ortaçağ’ı sevenlerin okumasını özellikle tavsiye ederim.

“Stat rosa pristina nomine, nomina nuda tenemus”

Not: Kitap 1986 yılında Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud tarafından Der Name Der Rose adıyla filme çekilmiş, merak edenler aşağıda filmin fragmanını izleyebilirler. Ben henüz filmi izlemediğimden onun hakkında yorum yapamayacağım, izledikten sonra bilahare onu da yorumlarım.

İyi seyirler ve iyi okumalar...




3 yorum:

  1. "yasak kütüphane" bir kitap sever için ne kadar da baştan çıkarıcı bir yer!:) kitabı okumadım ama bir kaç gün önce filmi seyrettim, Sean Connory gerçekten başarılıyrdı, film belki biraz daha kısa olsa daha iyi olabilirdi, sürekli karanlık seyirciyi biraz yoruyor ama güzel bir filmdi diyebilirim:) kitabı çok güzel anlatmışsınız.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim, yazı epey uzun olduğundan okunmuyor diye üzülüyordum ben de... Kitap "çok güzel" olunca tanıtımında anlatacak çok şey buluyorsunuz, haliyle ortaya böyle bir şey çıkıyor. :)
    Filmi halen daha izlemedim ama kitapla karşılaştırınca yavan kalacağından eminim, 700 küsür sayfalık bir romanı filme tamamen anlatmak zaten çok zor bir iş, yönetmenin hakkını yemeyelim. :)

    Okumanı kesinlikle tavsiye ederim, harika bir kitap.

    YanıtlaSil
  3. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...